RSS

9 Kasım 2017 Perşembe

RAINER MARIA RİLKE

KİTAP ZAMANI

Sayı 11 / Bölüm roman / Ercan Yılmaz



Yalnızca üç şey kaçınılmaz olarak birleştiğinde Varlık’ı oluşturabilir: Yalnızlık, Hiçlik ve Ölüm! Rainer Maria Rilke’nin Can Yayınları tarafından Behçet Necatigil’in o nefis çevirisiyle yeniden yayımlanan, geçen asra damgasını vuran kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları, Yalnızlık, Hiçlik ve Ölüm’ü Varlık potasında eriten benzersiz bir kitaptır!


Rilke, üstbilinçle kaleme aldığı bu günce-romanında, sözlerle ve işaretlerle ağırdan kendini kılmaktadır hayatı ve ölümü; varoluşun ölümcül kaygısını hazza dönüştürmüş bir ruha ve sonsuz bir tutkuya sahip biri olarak…
‘Tanrım! İşe yaramaz şeyleri görmemize engel ol. Sen’in tüm gerçeğini görmek için her şeyi gören gözler ver.’ diye dua eder Kierkegaard, o harika kitabı ‘Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’un girişinde. Rilke de, daha Malte’nin ilk sayfalarında, ‘Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.’ derken, hiç şüphesiz hakikat’in peşindedir! Denilebilir ki, ‘Bu hayatın kavranılmaz unsurlarına kapılan bir ruhun yalnızlığı ve yabancılığı üzerine bir gözlemdir bu eser.’

Bazen insanı bazen hakikati bazen de ölümü dahi unutan ve düşüş’ün ilâhî ve kuşatıcı hazzıyla sarmalanmış bir kahraman (Malte) ile karşı karşıyayızdır. Rilke, her şeyden önce çocuk olarak, çocuk saflığıyla karşımızdadır bu büyülü eserde; ölüm’ün kucağında, yokluk’un sütüyle büyüyen bir çocuk.



Rilke ve ölüm

Ölüm kavranabilir, hatta görülebilir olandır Rilke’de çoğu kez. Necatigil, Duino Ağıtları şairinin ölümünü Celâleddin Ezine’den şöyle aktarıyor: ‘Sakin bir gecede, inzivâda öldü. Can çekişirken beş isim mırıldandığını söylerler: Tanrı, İsa, köylü Rus şairi Droşin, Tolstoy ve Rodin.

-Sonra hırıltı gibi birkaç kelime, tam ölürken: Dilenciler, hastalar, zavallılar…’ İşte Malte Laurids Brigge’nin Notları’nın özü! Çok az kişiye nasip olacak şekilde kendi ölümüyle ölmüştür Rilke! ‘Ey Tanrım, herkese kendi ölümünü nasip et.’ duası kabul edilmiştir âdetâ Yaratıcı tarafından!
Bir şiirinde o büyük hakikati şöyle fısıldar Rilke: “ ...ölüm, bizden öteye dönük olan, bizim aydınlatmadığımız yüzüdür yaşamın... Gerçek yaşam biçimi her iki bölgeye uzanır, en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca... Yapılması gereken, burada bakılmış, dokunulmuş olanı o daha geniş, o en geniş çemberin içine almak. Gölgesiyle yeryüzünü karartan bir öbür dünyaya değil, bir bütüne, bütünün kendisine... Evet, bizim ödevimiz bu gidici, dayanıksız yeryüzünü öyle derin, öyle acıyla, tutkuyla kavramak ki onun özü ‘görünmez olarak’ bizde yeniden dirilsin. Bizler, görünmez’in arılarıyız.’


Görüldüğü üzere, ölüm’le daha ziyade ontolojik bir dairede ilgilenir Rilke. ‘Meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi ölümü kendi içinde taşımaktadır.’ Zira ölüm meselesi onun hemen tüm eserlerinin başat problemidir. Hayatla ölümü ayırt eden değil, kaynaştıran bir bakışa sahiptir. Ten ile tin arasındaki mesafeyi şiirde-oluş’a doğru derinleştirir daima. Her an ölesiye-olmak durumunda hazır ve nazırdır Rilke. Ve bu sınır durumun yapı taşlarıdır Rilke’nin eserini inşa eden; deyiş yerindeyse ‘ölüm’ü olgunlaştırmaktır en büyük tutkusu.


Paris Sıkıntısı, Rodin, nesneler, görmek ve Kierkegaard

Baudelaire’in şiiri, Rodin’in heykeli, Cezanne’ın resmi ve Kierkegaard’ın felsefî yaklaşımlarını ölümcül ve eşsiz bir şekilde birleştirmiştir Malte’de Rilke. Rodin’in de etkisiyle, kente ve nesnelere bir ressam ya da yontucu gözüyle bakmış ve gördüğünü, yaşadığını, sevdiğini, yitirdiğini söyleyerek doğa’ya ve kendi doğasına yaklaşmıştır bu Notlar’da. O’na göre sanat, çokluk içinde yaşanan karmaşanın gözler önüne serilmesidir. Emerson’un dediği gibi ‘Şair, gören insandır. Güzel, insanın evrensel kaderine karışmıştır. Gerçek gibi güzel de, ancak görülebilen, bütün güzelliğine râm olana görünür...


O, çoğu zaman’a bakar, mevcut bütün telâkkilerin ötesinden. Kendi ben’i ile zaman arasında bir mesafe, oluş’tan bir sınır vardır. Şiirlerinde Görünmez’in Arısı olan Rilke, Malte’de Görünen’in Arısı’dır. Çılgınca değil, büyük bir yavaşlık ve tutkuyla devşirir gözümüzün balını, ölüm’ün o altın kovanında saklamak için...


Baudelaire’in, insanı bunaltı ile bulantı arasında bırakan o etkileyici kitabı Paris Sıkıntısı’nın hem anlatım hem üslûp hem de şiirsellik bakımından izlerini taşır Malte’nin Notları… Şöyle bir farkla ki; Rilke, Paris’i hayatın içindeki ölüm’e doğru genişletmiştir, Baudelaire ise ölüm’ün içindeki hayat’a! Aslına bakılırsa, Paris Sıkıntısı da Malte de ‘Hayat Sıkıntısı’ olarak okunabilecek kitaplardır. İkisi de ‘dünyanın ötesi olsun da neresi olursa olsun’ gitmek isteyen bir ruha sahiptirler ve yaşayanlarla ölenler arasında, görme ile korku arasında gidip gelirler. Belki de acı çekme gerekliliğinin bilincidir bu.


Malte’nin bir yönüyle Shakespeare’in Hamlet’i diğer bir yönüyle de Dostoyevski’nin ‘hasta adamı’ olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır sanırım…


Denilebilir ki Kierkegaard’ın İbrahim’in trajedisi üzerine yaptığı ya da yeniden ürettiği felsefî anlatımın bir benzerini, Rilke, Malte’de İncil’in Kayıp Oğul kıssasını edebî alana taşıyarak yapmıştır. Her iki anlatımda da özdeşleştirme söz konudur. Boşluk, hiçlik, yokluk, anlamsızlık, varlık, gibi koridorlarda dolaşır Rilke; bir bakıma yazgısına boyun eğmiş gibidir. Belki de sınandıklarının farkındadırlar her iki şair de. Tanrısal bir sınanma! O da Kierkegaard gibi ‘Uğrunda yaşamak ve ölmek istediği bir gerçeğe muhtaçtır’; dışında değil, içinde olan bir gerçeğe… Tıpkı o ünlü ‘Panter’ şiirinde anlattığı panter gibidir Rilke; o demir parmaklıkların içindeki, kendisinden başkası değildir artık; -kafes, Paris’tir ve gözleyen bu defa Tanrı!


Canlı ve cansız, eşya ve nesne, doğa ve dil… Tüm bunlardaki tanrısal bütünlüğü, birliği eserlerine geçirmek isteyen Rilke, Necatigil’in deyişiyle modern çağ mistiğidir. Ne kadar bencil olurlarsa olsunlar, benlikleri olmayan insanların yaşadığı çağın münzevisi olarak karşımızdadır Notlar’da. Hiçlik ile varlık arasındaki o bilmediğimiz uyumu arayan bir şair olarak!


Tanrı’yı arayan Rilke


Rilke, Paris’e gidip Rodin ile tanıştığında ve empresyonist ressamlardan etkilendiğinde ‘görme’nin, sanatın ilk şartı olduğunu ve nesnelere can/kalp gözüyle bakmayı öğrenir. Paris Sıkıntısı’nı Tanrı’ya sığınarak gidermeye çalışır ya da Tanrı’da teselli arar. Ki Paris’i yaşanacak değil, tam da ölünecek yer olarak tarif ederek giriş yapar Malte’ye. Hiçliğin üstesinden gelmeye çalışırken Tanrı’yı arayışı ve hayatı O’nunla anlamlandırma çabasıyla inançlı varoluşçulara bir hayli yaklaşır. Bu noktada bilhassa Kierkegaard’ın etkileri açıkça görülür. Umutsuzluğun varlığın en saygın özüne saldırı olduğunu söyler Kierkegaard… Malte’de Rilke, ararken asla umutsuzluğa düşmez! Söz’üne kutsallık atfetmek arzusundadır daima. Ozanca tavır, ozanca var olma, yeryüzünde ozanca barınma’nın benzersiz tezahürleri Notlar’ın da vazgeçilmez büyüsüdür. Şiirlerinden farklı olarak daha dünyevî argümanlarla mistik bir yapı inşa eden Rilke, ne kendine ne de Tanrı’ya sıfırdan başlayabilen modern insanın trajedisini, günlük hayatın içinden ustalıklı bir dille anlatır bu eserinde. Andre Gide, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduktan sonra, “İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma el koydu. Sizi daha iyi tanımak, daha çok sevmek de ondan...” diye yazar Rilke’ye. Malte Laurids Brigge’nin Notları, ‘Rilke dediğimiz kesif ve siyah damarlı o kaya kütlesinden birkaç maden parçası koparıp hakikatin, güzelliğin ve iyiliğin som cevherleri halinde’ bizlerin ruhuna ‘sonsuz sorumlulukla yüklü bir yürek’ hediye edecektir.

Hiç yorum yok: