RSS

9 Kasım 2017 Perşembe

RAINER MARIA RILKE

RAINER MARIA RILKE


Raıner Maria RİLKE

«Taşta bir görüntü uyuklar, görüntülerimin görüntüsü.»

                                                                     Nietzsche


Rilke, Moskova'da tanıdığı bir köylüden söz eder Düşler Kitabı'nda: Adamcağız yıldızların, Tanrının ve meleklerin gözleri olduğuna inanırmış. Kentliler bu köylünün inancını hiç bir düşünceyle, hiç bir usavurmayla çelememişler; ancak konuşa konuşa, inancını inanç olmaktan çıkarmışlar sonunda. «İyi etmişler» diyor Rilke, «çünkü insanların gözleridir yıldızlar, onlar insanların gözkapaklarından doğarak parlaklaşır ve yeniden kazanırlar güçlerini.» Ağırlık, Tanrıdan insana aktarılmaktadır. Tanrı insanı değil de, insan Tanrıyı yarattığı zaman, onu görkemli, ulu bir yapı gibi kurabildiği ölçüde büyüyüp güçlenecek, gerçek boyutlarını bulacaktır.

« Üç kuşak vardır daima. Birinci, Tanrıyı bulur; ikinci, Tanrının üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır Tanrının evinden. Derken, Tanrıyı yeniden araması gereken gelir.» diyen Rilke, kuşkusuz, birinci kuşaktan saymakta kendini.


HAYATIMI GENİŞLEYEN
Hayatımı genişleyen halkalar içre yaşarım ben,
nesneler üzre açılan birim birim.
Sonuncuyu, belki, başarmak gelmez elimden;
fakat denemek isterim.


Dönerim çevresinde Tanrının, o eski kulenin gece gündüz
dönerim binlerce senedir;
doğan mıyım ben, fırtına mı, bilmem henüz,
yoksa bir büyük şarkı mıyım nedir.

Çev:A.Turan Oflazoğlu


BUDUR BENİM ÇABAM

Budur benim çabam. bu:
adanmak özlem çekerek dolaşmaya günler boyu.
Güçlenip genişlemek derken,
binlerce kök salarak
kavramak hayatı derinden -
ve ortasından geçerek acının
olgunlaşmak hayatın tâ ötesinde.
tâ ötesinde zamanın!

Çev:A.Turan Oflazoğlu


Bir çeşit dualar kitabı olan Saatlar Kitabı, hele oradaki Komşu Tanrı, İşçileriz Biz gibi şiirler ve ozanın ömürlük çabası göz önüne alınırsa, ona biz de aynı gözle bakabiliriz. Rilke için «Tanrı arayıcısı» diyenler, bu bakımdan, haklıdırlar. Ancak, onu yeni bir dinin kurucusu saymak, bir peygamber ya da ermiş olarak görmek de doğru olmaz. Sanatını nerdeyse din haline getirmiş, adeta peygamberce sözler söylemiştir, evet; ama her şeyden önce ozandır o… Sözün tam anlamıyla ozan. Salt ozan olmak istediği, şiiriyle varlığın tümünü kucaklamaya çalıştığı, daha azına razı olmadığı için, ister istemez peygamberce, ya da ermiş edasıyla göründüğü olmuş, sözleri kutsal kitaplardaki sözleri andırmıştır. Ama peygamberlerle ermişler de sık sık ozanca konuşmuşlardır. Belki de, bütüne tutkuyla yönelmenin kaçınılmaz sonucu oluyor bu.




KOMŞU TANRI

Sen, komşu Tanrı, uzun geceler bazan
kapına vura vura uyandırıyorsam seni,
solumanı seyrek duyduğumdan
bilirim: yalnızsın odanda.
Sana bir şey gerekse, kimse yok,
bir yudum su versin arandığında.
Hep dinlerim. Yeter bir belirtin.
Öyle yakınım sana.


Aramızda bizim incecik bir duvar durur,
o da nasılsa; çünkü yalnız:
bir çağrı senin ya benim ağzımdan
yerle bir olur
sessiz sedasız.


Bu duvar resimlerinle kurulmuş.


Resimlerin adlar gibi durur önünde.
Ve parlasa birden içimdeki ışık benim
- ki bu ışıkla bilir seni derinliklerim
söner parıltı gibi çerçeveler üstünde.

Derken duyularım, çok geçmeden aksayan,
yuvasız kalırlar, senden uzak düşer de.




İŞÇİLERİZ BİZ
işçileriz biz: çırak, kalfa, usta, her çalışan;
kurarız seni, ulu katedral, beraber.
Ağır başlı bir yolcu gelir bazan,
geçer parıltı gibi ruhlarımızdan,
gösterir bize titreyerek yeni bir hüner.

Sallanan iskeleye tırmanırız,
sarkar çekiçler ağır, ellerimizden
tâ ki bir saatla öpülür alınlarımız,
parlak bir saat, her şeyi bilen: anlarız,
senden gelir, yel eser gibi denizden.

Derken nice bin çekiçten bir gürültü ağar,
öter vuruş üstüne vuruş dağlarda bütün.
Salarız seni, ancak kararınca gün:
ve belirli çevre çizgilerin doğar.

Tanrı, büyüksün.


Çev:A.Turan Oflazoğlu


Rilke'nin başlattığı ozanca tavır, sanırım, çağdaşları kadar, hatta onlardan da çok, bizim için gerekli. Çağımızda yaşayış baş döndürücü bir hızla makinalaşmakta. Pek çok sorunlarımızı çözerek doğayı geniş çapta denetim altına almamızı sağlayan, böylece yaşayışımızı kolaylaştıran, ama bu arada bütün varlığımıza egemen olan “makine”, gittikçe kendine benzeterek araç durumuna indirmekte bizi; kendisiyse amaç durumuna yükselmekte. Korkarım pek yakın bir gelecekte sormamız gerekecek: «Yaşayan biz miyiz, yoksa o mu?" İnsan bu sultadan kurtulabilmek için, varlığın türlü kesimlerinde unuttuğu güçlerini toplayarak bir üstbilince uyanmak zorunda kalabilir. Öylesi bir üstbilincin ve ona uygun duyarlığın oluşturulmasında en önemli etkenlerden biri (belki de en önemlisi, en vazgeçilmezi) olan şiirin, insan yaşayışındaki eski yerini alması gerekmez mi? Gerçi bugün de şiir yazılıyor, eskisinden daha çok yazıldığı da söylenebilir. Ancak, biraz yakından bakıldığında, görülür ki, bunların büyük çoğunluğu, birkaç bilimadamının, filozofun dümen suyunda, onların görüşlerini kanıtlamak için üretilmiş, şiir dışı çabalardır. Ozan, bilimin verilerine, felsefenin başarılarına sırt çevirmelidir demiyorum. Tersine, onlarla yakından ilgilenmeli, ama onların kendisi için ancak araç ve gereç olabileceğini hiçbir zaman unutmamalı. Çünkü ilk görendir o, ta başta öyleydi; bugün de öyle olmak zorunda. Bilginlere, filozoflara düşense, ozanın bilinmeyenden, varlığın «süresiz derinliklerinden» uyandırıp kurtardığı görüntüyü, o görüntüde saklı güçleri (daha çağdaş bir deyişle, ruhsal nükleer enerjiyi) kavramlar diline aktararak ortak bilince mal etmektir.



HER ŞEY BÜYÜYÜP
Her şey büyüyüp güçlenecek yine bir gün:
sular dalga dalga hep, karalar düzgün
ağaçlar kocaman, duvarlar küçücüktür;
vadilerdeyse güçlü, çok yönlü, görürsün
bir çobanlar ve çiftçiler soyu büyür.

Yok artık kiliseler, Tanrı’yı kuşatan
kaçkın kuşatır gibi, sonra çığlıklar atan
bir tutsak ve yaralı hayvanmış gibi Tanrı-
artık bütün evler açıktır her gelene
ve her yerde bir özveri geniş alabildiğine
belirler aramızdaki davranışları.

Beklemek yok artık, bakıp durmak öteye;
ölümün bile hakkını vermek özlemine
yer var ancak; ve elleri yadırgamasın diye
bizi, bilmeye dünyayı bütün bütüne.

Çev:A.Turan Oflazoğlu



II

Rainer Maria Rilke, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Prague'da, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğuyor. O zamanlar daha Avusturya'nın egemenliği altında olan bu kentte Almanlar azınlıktadırlar. Rilke'deki yalnızlık duygusunu ve erken gelişen dil bilincini buna bağlayanlar vardır. Bu görüş, ancak belli bir ölçüde haklı olabilir; çünkü, yaradılış bakımından dışa dönük bir başkası, aynı koşullar altında, bambaşka bir yönde gelişebilir, ne bileyim, içe kapalı, ince sezişlerin ozanı olacağına, dış dünyayı buyruk altına almaya çalışan bir, zorba olabilir.

Ozanın babası Josef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş, ama askerlik mesleğinde pek yükselemeden ayrılmak zorunda kalmış, demiryollarında müfettiş olarak çalışmıştır. Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen bu babaya karşılık, annesi Sophia (Phia) Rilke, ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemlerin kadınıdır. Oğlunun subay olmasını, kendi büyüklük ve soyluluk düşlerini onun gerçekleştirmesini ister. Oysa, yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu, altı yaşına dek bir kız gibi büyütmüş, kız giysilerine bürümüştür. İlk çocuğu kızmış ve pek küçükken ölmüş de ondan. Bu yüzden, ikinci çocuğunun oğlan olarak doğmasına bir türlü alışamaz.


Sık sık bir oyun oynarlar aralarında, annenin sahnelediği bir oyun: Anne odasında oturmaktadır. Derken kapı vurulur. Anne sorar: «Kim o?» Oğul dışardan seslenir: «Ben, Sophie» (annenin kendi adı). - Rilke daha sonra şöyle demiştir: «Ben sevemem, annemi sevmem de ondan.» Sevemeyeceğini söyleyen bu adam, sevmeyi pek yüceltmiştir oysa, sevilmeyi gereksiz görecek, yadsıyacak kadar. Bu duygu, sanırım, Tanrı anlayışını da büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ya, Tanrıya ne denli yaklaşırsanız yaklaşın, hiç bir zaman varamazsınız ona, onunla birleşemezsiniz; ama ona erişmeye çalışırken kendinizi büyütüp geliştirebilirsiniz. Oysa sevgi karşılık gördüğünde, seven için yolculuk bitmiş, durgunluk ve suskunluk başlamıştır.





BİR ÇOCUKLUKTAN


Zenginlik gibiydi karanlık, odanın içinde;

saklanıp oracıkta çocuk, otururken.

Ve anne sanki düşteymiş gibi girdiğinde,

sessiz dolapta bir kadeh titredi birden.

Odanın kendini ele verdiğini duyunca,

öptü çocuğunu eğilip: Sen burdasın demek?.

Baktılar piyanoya derken, ürkek ürkek;

anne sık sık bir şarkı söylerdi akşam olunca,

bir şarkı, çocuğu çeken derinliklerine.


Ne sessiz otururdu. iri bakışları yine takılmış,

yüzüklerden sarkan eline kadının-

sanki karda güçlükle yürürmüş gibi kışın,

beyaz tuşlar üstünde giden eline.

Çev:A.Turan Oflazoğlu



CİNNET


Hep düşünmesi gerek: varım ... varım ...

Marie, sen kimsin öyleyse?


Kraliçe! Kraliçe!

Diz çökün önümde! Diz çöksenize!


Hep ağlaması gerek: vardım ... vardım ...

Sen kimdin öyleyse, Marie?


Hiç kimsenin çocuğu, nasıl anlatayım,

yoksul ve yapayalnız biri.


Peki böyle bir çocuk nasıl olabildi

bir prenses, önünde diz çökülen?


Çünkü bütün nesneler başka şimdi

bir dilencinin gördüğünden.

Demek nesneler yücelttiler seni böyle

ve sen anlatamazsın ne zamandı bu?



Bir gece, bir gece, bir tek gecede oldu,

ve başka türlü konuştular benimle.

Yürüdüm sokakta, bir de baktım ki:

sanki tellerle uzanmakta sokak;

ezgi olmuş Marie, ezgi…

ve dansediyor ayak uydurarak.

Kalabalık çöküvermiş korkudan

sanki ayaklarıylakök salmış ta,

çünkü bir kıraliçe dansetmeye kalkan,

evet, dansetmeye bir sokakta!






AĞLAYIŞ

Nasıl uzaklarda her şey

ve geçip gitmiş!

Bana öyle gelir ki, o

aydınlığını aldığım yıldız

ölü binlerce yıldır.

Bana öyle gelir ki, şu

geçip giden kayıkta

korkunç bir şey dendiğini duydum.

Evde bir saat

vurdu ...

Hangi evde? ..

Yüreğimden çıkıp gitmek isterim

büyük göğün altında.

Dua etmek isterim.

Bütün yıldızlardan biri

gerçekten var olsa gerek daha.

Bana öyle gelir ki, bileceğim

ancak hangisi

devam etmekte,

hangisi beyaz bir şehir gibi

durur ışınların ucunda gökte ...



Çev:A.Turan Oflazoğlu


**


Bu görüş doğru mudur, yanlış mı, biz tartışa duralım; bizim Hayalî, yüzyılların ötesinden Rilke'yi destekler gibidir:



"Cûylar çün erdiler deryaya hâmûş oldular."



Ozan, ailesinin zoruyla girdiği askeri okuldan ayrılıyor.

Saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürsün diye, hukukçu olmasını istiyorlar. Bu da sonuç vermiyor. Bu arada durmadan şiirler, öyküler, oyunlar yazıyor. İlk şiirlerinin çoğunu sonradan yadsıyacaktır. Derken Münih'e gidiyor ve Lou Andreas Salome'yi tanıyor ki, hayatının dönüm noktasıdır bu. Rilke'den ondört yaş büyük olan bu son derece ilginç kadın, daha önce Nietzsche'yi tanımış, onu öylesine büyülemiş ki, filozof, kendisinden hayli genç olan bu kadına, bir arkadaşının aracılığıyla evlenme teklif etmiş ve cevabı beklemek üzere bir başka kente gitmiş, daha doğrusu, kaçmıştır. Aldığı cevapsa, olumsuz tabii. Lau Salome çok sonra, yaşı elliyi bulduğu sıralarda, Freud'la tanışıyor, onu da öyle bir hale getiriyor ki, Freud, verdiği konferanslara onun da gelmesini tutkuyla istemeye başlıyor. Bir konferansına gelemeyen, ya da mahsus gelmeyen Lou'ya yazdığı bir mektupta bakın ne diyor ünlü ruh bilgini: «Dinleyiciler arasında belli bir kimseye seslenmek gibi kötü bir alışkanlık edindim; dün de, senin için ayrılan boş koltuğa, büyülenmiş gibi baktım durdum.»


(Freud, altmışın üstünde bunları yazdığında.) Lou Salome'nin başlıca silahı, güzelliği değil, hayır. Düşüncelere karşı pek yüksek bir duyarlığı var. Yaratıcı erkeklerle karşılaştığında, onların ruh yapılarını bütün özellikleriyle kavrayıveriyor; yaratıcı güçlerini kımıldatıp devindirerek gelişmelerine yol açıyor. Yaratıcı erkek kişiliklerine ustaca biçim veren bir (Jung'un deyimiyle) anima bu kadın. Onu bir kez tanıyan, ondan etkilenen büyük adamlar, o ayrıldıktan sonra, özlemle, tutkuyla arıyorlar kendisini. Çünkü Lou, ilgi duyduğu bir erkeğin güçlerini iyice uyandırıp seferber ettikten, onu yörüngesine yerleştirdikten sonra, hemen çekiliyor, çekilebiliyor; hiç bir erkeğe tam vermiyor kendini, ya da isterseniz, veremiyor diyelim. Durum ikinciyse, yetersizliğini olağanüstü, yaman bir araç olarak kullanabiliyor demektir. Rilke'nin mektuplarını okurken bir şey dikkatimi çekti: en güzel, en özenilmiş mektuplar, ona yazılmış olanlardı.- Tanışıp sevişiyorlar, derken ayrılma zamanı geldiğine karar veriyor Lou. «Sana ancak çok gerektiğim zaman, en kötü saatında, arayacaksın beni» deyip gidiyor.



HATIRLAMA
Ve beklersin; bekler durursun
hayatını sonsuzca büyütecek olanı;
güçlüyü, olağanüstüyü.
taşların uyanmasını.
sana dönük derinlikleri


Belli belirsiz görünmektedir
yaldızlı, koyu renk ciltler kitaplıktan;
gezilmiş ülkelerdir düşündüğün bir bir
resimlerdir, tekrar kaybolan
kadınların giysileridir.


Ve tanırsın birdenbire: Buydu işte.
Doğrulursun, ve durur karşında senin
kaygısı ve şekli ve duası
geçmiş bir senenin.


Çev:A.Turan Oflazoğlu



Ona birkaç yıl sonra şöyle yazıyor Rilke: «O zaman da hissetmiştim, bugün de biliyorum ki, seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük ve üretici dönemin en önemli olayıydı. Beni yüz yerimden aynı anda kavrayan o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. Daha önce, o aranan duraksamalarım sırasında, hiç o kadar duymamıştım hayatı, o kadar inanmamıştım şimdiye, geleceği o kadar tanımamıştım. Sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. Dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan .o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular, hayvanları ve çiçekleri birbirinden ayırdetmeyi öğrendim; yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu; ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar, kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak mutluluğuna erdiğim için oldu.»

Lou ile birlikte Rusya'ya gidiyorlar. Saatlar Kitabı'nın yazılmasında bu yolculuğun ve kuşkusuz, Lou'nun büyük etkisi oluyor. Derken, Rodin'nin öğrencisi, heykeltraş Clara Westhoff'la evleniyor. Birlikte yaşayışları pek kısa sürüyor. Birbirlerinden ayrı yaşıyorlar, ama nedense, ömrünün sonuna dek karısından boşanmaya razı olmuyor (belki de kızı Ruth'u düşündüğünden). Ozanımızın evlilik konusunda görüşüdür: «Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de sessiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin en yüksek amacı sayıyorum. Çünkü ancak, derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.»



YALNIZLIK
Yalnızlık bir yağmur gibidir.
Denizden akşamlara yükselir;
uzak mı uzak ovalardan gelir.
ağar göğe, hep ordadır göklerin.
Ve düşer gökten üstüne şehrin.

Alaca saatlerde yağar geri,
nice ki sabaha döner bütün sokaklar;
nice ki gövdeler, bir şey bulamamış hiç biri,
umutlar boşa çıkmış, üzgün ayrılırlar;
nice ki insanlar karşılıklı nefret içre kalırlar
yanyana bir yatakta yatarken:

akar yalnızlık ırmaklarla derken ...

Çev:A.Turan Oflazoğlu


Aynı şiirin Behçet Necatigil çevirisi:



YALNIZLIK

Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca;



Sonra Paris, Paris müzelerindeki sanat eserleri, özellikle Cezanne, bir de Rodin, Rilke'yi derinden derine etkiliyor. Yaşantıya bir Cezanne resmi, ya da bir Rodin heykeli gibi biçim vermeyi, sözlerle adeta şiirler resmetmeyi, şiirler yontmayı onlardan öğreniyor. Bu anlayışla yazdıklarını Yeni Şiirler başlığı altında yayınlıyor. Yine Paris'te Andre Gide'le, Paul Valery ile tanışıyor. Gide, Malte Laurids Brigge'nin Notları'nı okuduktan sonra «İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma el koydu. Sizi daha iyi tanımamı sağladığı için ona öyle borçluyum ki; sizi daha iyi tanımak daha çok sevmek demek de ondan.» diye yazıyor Rilke'ye.


Valery ise, «Bugüne dek tanıdığım olağanüstü kişiler arasında, en büyüleyici olanlardan biri ve en esrarlı olanı Rilke'ydi. 'Büyü' sözünün herhangi bir anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı, davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık izlenimi bırakıyordu kişide» diye söz ediyor ondan. «Militan yalnızlığım» dediği yalnızlığını her yere götürüyor çünkü, bu yalnızlık onun için artık vazgeçilmez bir varoluş koşulu olmuştur, artık onunla ve onda barınmaktadır.




GÜZ

Düşer yapraklar, düşer sanki uzaklardan,
gökyüzünde uzak bahçeler mi bozulmuş ne;
düşerler gönülsüz doğanlar gibi.

Düşer geceleyin ağır yeryüzü de
yalnızlığa bütün yıldızlardan.

Biz hepimiz düşeriz. Düşer bu el, bak.
Gör başka şeyleri de: bu, hepsinde.

Ama var biri, bu düşmeyi ellerinde
tutar, sonsuz yumuşak.


Çev: A.Turan Oflazoğlu


Aynı şiirin Yüksel Pazarkaya çevirisi:


GÜZ

Dökülüyor yapraklar, dökülüyor sanki pek uzaktan,
Göklerde ırak bahçeler sararırcasına;
Dökülüyorlar sanki yadsıya yadsıya.

Ve geceleyin dökülüyor dünya
Yalnızlığın içine bütün yıldızlardan

Hepimiz dökülüyoruz. Dökülüyor şu el de
Dön bak başkasına: aynı şey hepsinden.

Ve düşüşü sonsuz sevecen
Avcuyla saran biri var gene de.




ÖNDUYU

Ben uzaklarla çevrili bir bayrak gibiyim.
Sezerim gelen yelleri, yaşamam gerek onları benim
daha nesneler kımıldamazken aşağılarda:
kapılar usul kapanır daha, bacalarda sessizlik;
titremez daha pencereler. toz ağır daha.


Derken tanırım fırtınalan, deniz gibi çalkanırım.
Ve yayarım kendimi ve düşerim içime tâ
ve fırlatırım kendimi ve yapyalnız kalırım
büyük fırtınada.

A. Turan Oflazoğlu



Ancak, yorgun düştüğü, yükünü taşımakta güçlük çektiği ve umutsuzluğa kapı1dığı bir sırada, bir mektup aralıyor bu yalnızlığı. Kendisinin sonradan Benvenuta diye adlandırdığı, Magda von Hattinberg adında genç bir piyanistten geliyor mektup, kadın diyor ki: «Tanrının Öyküleri adlı kitabınızı daha yeni okudum, yazarına teşekkür etmek gereğini duydum; yeryüzünde hiç kimse benim kadar sevemez o kitabı.» Ve umutlarla bekliyor ozan. Kadına pek tutkulu mektuplar yazıyor. Derken buluşuyorlar. Ozan bu kadınla bir süre mutlu oluyor; hep kendisiyle kalmasını isteyince, kadın duraksıyor; çünkü, birlikte oldukları zaman, Rilke'nin yalnız kendisiyle ilgilendiğini, bu yüzden çalışamaz duruma geldiğini görüyor. Birlikte yaşadıkları sırada yazılan şiirleri, Rilke'den başkası yazmış gibi yadırgıyor kadın; onun yine yalnızlığına dönmesi gerektiğine karar veriyor. Ancak arasıra ve kısa bir süre için gevşeyen, hemen ardından daha da yoğunlaşan iç gerilimini kentten kente, ülkeden ülkeye taşıyarak sonuna dek dayanacaktır.

Birinci Dünya Savaşı patladığında Münih'tedir Rilke.

Bir ara askere de alınıyor. Dostlarının yardımıyla bu görevden bağışlanıyor. Savaş yılları allak bullak ediyor ozanı. Paris'teki evinde bulunan kitaplarıyla ufak tefek eşyasına Fransız hükümetince el konuyor. Ancak, ünlü Fransız yazarları, Rilke gibi bir ozana, Alman da olsa, böyle davranmanın yakışık almayacağını düşünecek kadar ince bir soyluluk örneği veriyorlar, ozanın eşyalarından, hiç değilse bir kısmını kurtarıyorlar. Zaten savaş boyunca, Rilke'nin şiirleri elden ele dolaşmıştır Fransa'da.

Uzun bir susuştan sonra, birçoklarınca yüzyılımızın en önemli şiirleri sayılan Duino Ağıtları'nı bitiriyor. İnsan varlığının sınırlı ve eksikliklerle yüklü olmasından duyulan derin bir umutsuzluk dile gelir bu şiirlerde; ve bu umutsuzluğun doğurduğu yeni bir melekten söz edilir. Büyük tragedyalara vergi bir özle dolu olan bu şiirlerin hemen ardından, onbeş gün gibi kısa bir sürede, elli beş şiirlik Orpheus'a Soneler'i yazıyor. Bunlar, tragedyanın gerilimli durumunu sürekli yaşayan ve sonunda başarıyla bu durumun üstüne yükselen bir ozanın, şiirle musikinin piri sayılan Orpheus'a sunduğu övgüler, türkülerdir.

Bir gün, bir dostunun şatosu olan Muzot'da kalırken, Madame Eloui Beyadında (belki de Türk asıllı, ya da bir Türkle evlenmiş) güzel bir Mısır'lı kadın geliyor ozanı görmeye, şiirlerine tutkun bir kadın. Rilke seviniyor, ona gül toplamak için şatonun bahçesine geçiyor. Eline diken batıyor gül koparırken. Ağrı artınca, hekime görünüyor. İlerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılıyor. İki ay sonra da ölüyor.


AĞIR SAAT

Kim ağlarsa şimdi dünyada bir yerde,
nedensiz ağlarsa dünyada,
bana ağlar.

Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin.
nedensiz gülerse geceleyin.
bana güler.

Kim giderse şimdi dünyada bir yere.
nedensiz giderse dünyada,
bana gider.

Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde.
nedensiz ölürse dünyada,
bana bakar.

Çev: A. Turan Oflazoğlu


Aynı şiirin Behçet Necatigil çevirisi:


CİDDİ SAAT

Şimdi dünyada nerede biri ağlıyorsa
İşte öyle –ağlıyorsa dünyada
Bana ağlıyor.

Şimdi gecede nerede biri gülüyorsa
İşte öyle –gülüyorsa gecede
Bana gülüyor.

Şimdi dünyada nerede biri yürüyorsa
İşte öyle- yürüyorsa dünyada
Bana gidiyor.

Şimdi dünyada nerede biri ölüyorsa
İşte öyle – ölüyorsa dünyada
Bana bakıyor.


Mezartaşına, kendisinin özellikle hazırladığı şu mısralar yazılıyor:


"Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci."


 ***

Rilke'nin yaşama biçimi, şiiri kadar önemlidir, Bu, her şeyden önce, bütün yaşayışı şiire adamadır; ozanca yaşama, ozanca varolmadır. Genç Bir Ozana Mektuplar'daki gence sormasını öğütlediği "Şiir yazmadan yaşayabilir miyim?» sorusunu çok önceden kendine sormuş. «Hayır» cevabını verdikten sonra, hep şiiri için yaşamıştır Rilke. Hep şiir için yaşamaksa, hayatla sanat arasında zaman zaman seçim yapmak zorunda kalmaktır, tragedyanın ikilemiyle karşı karşıya olmaktır. İlk gençlik coşkusu dindikten sonra, geçim zorluklarıyla ve günlük yaşayışın öbür sorunlarıyla çepçevre kuşatıldığında da ozan olarak kalabilen, ozanlığın yüksek bedelini her zaman ödemeyi göze alabilen ve ozan olarak ölebilen kaç kişi vardır şiir tarihinde?


OZANIN ÖLÜMÜ
Yatıyor. Yüz hatları sert yastıkta
solgun ve yadsır gibi durmakta,
dünya ve dünya üstüne tüm bilinen
onun duyularından koparak
ilgisiz yıla tekrar çekildiğinden.

Bilmiyorlardı onu yaşarken görenler
bütün bunlarla arasında nice birlik var;
evet, bu derinlikler, bu çimenler
ve bu sular y ü z ü y d ü onun, bunlar.

Ah, evet, onun yüzüydü  bütün uzaklar da
onu hâlâ isteyen, onu hâlâ arayan;
maskesiyse, ürküp can çekişen orda,
narin ve acık, yarılan bir meyve sanki
havada çürüyüp duran.

Çev: A. Turan Oflazoğlu



Hayat - sanat ikilemi karşısında sanatı seçmek, hayatı yadsımak değildir; kendi yaşayışını sanatı için kullanmak, sanatı için yaşamaktır; bundan amaçsa (Rilke gibi üstün sanatçılarda) insan duyarlığını daha derinleştirip geliştirmek, insanoğlunun görüş alanını genişletmek, bilinç düzeyini yükseltmek, kısacası, insanlığın tam uyanmasını sağlamaya çalışmaktır; sanatı, hayatın hizmetine en etkili biçimde koşmaktır. Ruhsal bunalımlar içinde olduğu bir sıra, dostları psikoterapiyi sağlık veriyorlar Rilke'ye; o da, önce razı oluyor. Ama hekime gidileceği gün vaz geçiyor. Gerekçesi: «Şeytanlarımı kovalıyayım derken, meleklerimi ürkütmekten korktum.» Ve «Karanlık Tanrı»sını aramaya koyuluyor yine, şiiriyle tabii; çünkü biliyor: cinnetine biçim verebilen, ona egemen olur, hatta onu üstün bir amaç için araç olarak da kullanabilir.


Rilke'nin amacı ise, hayatı bütünüyle kavramak; varlığın hiç bir kesimine yabancı kalmamak, en korkunç, en iğrenç hayat durumlarını bile bütün yönleriyle kucaklamak ve türkülemek... Çabasının ne yönde olduğunu daha ilk şiirlerinde belirlemiştir:


binlerce kök salarak
kavramak hayatı derinden-
ve ortasından geçerek acının
olgunlaşmak hayatın tââ ötesinde,
tâ ötesinde zamanın!

Hayatın ötesi deyince, ister istemez, ozanın bir başka yerde «Hayatın öbür yüzü» diye adlandırdığı ölüm girer işin içine. Rilke'nin başlıca temalarından biri olan ölüme bakışı da çok değişiktir. Ona göre ölüm, hayatın soyut bir sonucu değil, meyvesidir. Hayatı kuran güçler çözülüp dağılmazlar, tersine, yoğunlaşıp ölümü doğururlar. Sevgilinin Ölümü adlı şiirinde, sevgili ölünce, ölümü «uğurlu kademli yer, her zaman tatlı ülke» olarak benimser seven. Ozanın Tanrı, ölüm, aşk gibi kavramlar üstüne söylediklerini, bir filozofun düşünceleriymiş gibi ele alırsak, onları usavurmayla değerlendirmeye kalkarsak, birtakım çelişkiler buluruz elbette; ama bu, pek bir şey kazandırmaz bize. O düşüncelerin, bir ozanın sözleri olduğunu, onları söylerken de ozanlığını sürdürdüğünü düşünürsek, bunları birer ozanca yaşantı sayarsak, ona yaklaşmamız, şiirine girmemiz daha bir kolaylaşır sanırım. Bir de, Rilke'nin ölüme duyduğu derin ilgiyi, marazi bir eğilim saymak olasılığı var ki, bu da, ozanla aramıza gereksiz bir engel koymak olur ancak; çünkü onun ölüme sevgiyle yaklaşması, yaşama bilincini bilemek içindir. «Sevenlere zarar vermez ölüm; çünkü onlar ölümle doludurlar, hayatla dolu olduklarından.» Öyleyse, ölüm hayatın tersi değil, hayatı tamamlayandır. İkisinin birleşmesini duyarlığında gerçekleştiren ve bu birleşmeye kalıcı biçimler verense, en üstün bilince uyanandır.


İSPANYOL DANSÖZÜ

Eldeki bir kibrit nasıl, ah,
alev almadan, her yana salarsa
titreyen dillerini -: tıpkı öyle, halkası
içinde yakın seyircilerin, ateşli ve parlak
başlar onun titreyen dansı.

Ve alev kesilir ansızın.

Bakışıyla tutuşturur saçlarını kadın
ve korku bilmez bir sanatla birden
döndürür eteklerini ateş kasırgasına;
çıplak kolları bu yangından dışarı uğrar
ürküp uyanan yılanları andırırcasına.

Ve sonra: sıkıştırınca ateş çepçevre,
kavradığı gibi fırlatır onu yere
pek gururlu, buyuran bir eda ile hem
ve seyreder: ateş kudurmaktadır orda
ve alev alevdir daha, baş eğmez bir türlü.
Ama kadın emindir, üstün geldiğinden;
ve tatlı bir gülümsemeyle kaldırıp yüzünü
söndürür ateşi küçük, sağlam ayaklarla hemen.

Çev:A. Turan Oflazoğlu


Rilke'yi, gelmiş geçmiş ozanların en büyüklerinden biri sayanlar, yirminci yüzyılın en önemli ozanı olduğuna inananlar da vardır; «Bireycidir» gibi, pek de açık olmayan bir gerekçeyle dudak bükenler, yadsıyanlar da. Toplumculuktan amaç toplumculuk değilse; toplumculuğun da, insanlığın gelişmesinde baş vurulacak bir yöntem, «günlerin iyiliği için» kullanılacak bir araç olduğu düşünülürse, ondan beklememiz gereken, temel sorunlar karşısında yılmayan, çetin durumlarda ezilmeyen, güçlü, dayanıklı bireyler yetişmesini sağlamak değil midir?


Sonra Rilke'yi mistik bir ozan sayarak ona karşı olumsuz tavır takınanlar da oluyor zaman zaman. Oysa Rilke, alışılmış anlamda mistik değildir pek. Mistiklerin çoğu, denize karışmayı özleyen bir damla gibi ararlar Tanrıyı, bir an önce Tanrıda yitmeye can atarlar. Gerçi bizim mistiklerden Yunus "Bir katreyim illa ki ummana benim umman» derken Rilke'ye yaklaşır, ama o da, «Denizi içine almaya çalışan bir damlayım ben» demiyor, «Bu iş çoktan oldu bitti, daha doğrusu, ta baştan beri böyle, deniz bende, Tanrı bende» demek istiyor; kısacası, yolculuğun kendisinden değil de, yolun sonunda varılacak durumdan söz ediyor. Rilke'deyse, bunun tam tersi görülür. O, Tanrıya komşuluk etme, sonlu varlığını sonsuzla bağlantıya sokarak kendini sürekli aşma çabasındadır; ama hep kendisi kalmak ister o, bireyliğinden vazgeçmez. Bu bireyliğine-bağlılıksa, “Bura”ya, “şimdi”ye bağlılıktır; “Bura” yı, “Öte” nin (varsa) görkemli olanaklarıyla donatmak, “şimdi”yi, yaşanmakta olanı, diri anı, sonrasızlığın odak noktası yapmaktır; insanın ülkesini geliştirip bayındır kılmak, insanın egemenliğini, insanın ilhanlığını kurmaktır.- Kaldı ki, hor gördüğümüz o eski mistiklere de çağdaş verilerle yaklaşmak, onlara yeni bir gözle bakmak, olsa olsa, görüş açımızın genişlemesini sağlar. Günümüzün fizikçileri, evrenin yapısı konusunda, mistik ozanların yüzyıllar önce görüntülerin canlı diliyle sunduklarını, kavramların, formüllerin ölü diliyle doğrulamaktan öte gidemiyorlar.


A. Turan Oflazoğlu

Hiç yorum yok: