RSS

21 Nisan 2017 Cuma

T.S. ELIOT



SERBEST KOŞUK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

T.S. ELIOT


Serbest koşuğun var olduğu kabul ediliyor. Serbest koşuğun bir akım olduğu kabul ediliyor; belirli kuramlardan meydana geldiği ve bir kuramcı grup ya da gruplarının, vezinlere saldırıları eğer başarıya ulaşırsa, şiiri devrimci ya da ahlâksız yapacakları kabul ediliyor. Serbest koşuk diye bir şey yoktur, ve bu kuruntunun ortadan kalkma zamanı çoktan gelmiştir.
Bir sanat kuramı yerleştiği zaman genellikle göze görünen şey, milyonluk reklâmla üç paralık sanat kazanıldığıdır. Bu malları satan kuram yanlış olabilir, karışık ve aydınlatma yeteneğinden yoksun olabilir ya da başlangıçtan beri hiç varolmayabilir. Millik bir devrim olmuş ve birkaç sanat eseri yaratmıştır; oysa bu devrimci kuramlar kuyruklarına yapışmasa sanat eserleri belki daha bile iyi olacaklardı. Modern toplumda bu gibi devrimlerden kaçınılamaz. Bir sanatçı, belki hiç düşünmeden, çevresini saran ikinci sınıf adamlarınkinden özünde ayrı olması bakımından yeni diyebileceğimiz, ve kendinden önce gelen büyük sanatçılardan özünden başka her şeyiyle değişik bir yöntem bulabilir. Yenilik ihmale uğrar; ihmal saldırıya yol açar; ve saldırıya bir kuram gerektir. Ülküsel bir toplumda insan iyi Yeni'nin iyi Eski'den doğal bir şekilde, polemik ya da kuram gerekmeden gelişeceğini düşünebilir; canlı bir geleneğe sahip bir toplum olurdu böylesi. Miskin bir toplumda -ve gerçek toplumlar böyledir- gelenek her zaman batıl inanca dönüşür, ve yeniliğin sert itkisine gerekseme duyulur. Kuramlarıyla sınırlanabilen ve polemikleriyle daralabilen sanatçı ve akımı için böylesi kötüdür; ama sanatçı yaşlılığında, kavgaya girişmese hiçbir şeyin başarılamamış olacağını düşünerek yanılgılarından dolayı kendini avutabilir.




Serbest koşuğun polemik gibi bir bahanesi bile yoktur; Bir özgürlüğün savaş narasıdır bu, ama sanatta özgürlük olamaz. Ve iyi olan serbest koşuk «serbest»ten başka her şey olduğuna göre, başka bir ad altında savunulması daha yerindedir. Serbest koşuğun belirli çeşitleri içeriğin seçimi ya da içeriği ele alma yöntemiyle desteklenebilir. Birçok serbest koşuk yazarlarının böyle yenilikler getirdiğini ve gereçlerini seçme ve ele alma yolunda yaptıkları yeniliklerin -kendi zihinlerinde değilse bile okurlarınınkinde- şekilde yenilikle karıştığını biliyorum. Ama burada, gereçleri kullanmakla ilgili bir kuram olan imgecilikten söz açmak değil amacım. Sadece, imgeciliğin de içine katıldığı koşuk - şeklini ele almak istiyorum. Serbest koşuk gerçek bir koşuk - şekli olsaydı olumlu bir tanımlaması yapılırdı. Oysa ben bunu ancak olumsuz kelimelerle tanımlayabiliyorum: (l) kalıp yokluğu, (2) uyak yokluğu, (3) ölçü yokluğu.
Bu niteliklerin üçüncüsü kolayca bir yana atılabilir. Hiçbir ölçüye uymayan bir dizenin ne biçim bir şey olabileceğini düşünemiyorum. Şiir sütunlarını bugünlerde genellikle serbest koşuğa ayıran popüler Amerikan dergilerinde çıkan şiir dizelerinde bile ölçü bulunuyor. Herhangi bir dizede hece sayıları ve vurgular bulunur. Basit ölçüler belli bir bileşimin tekrarlanmasından meydana gelir, örneğin, bir uzun bir kısa ya da bir kısa bir uzun hece ikilililerinin beş kere tekrarlanması gibi. Gelgelelim, bir tek dizenin içinde herhangi bir tekrarlama yapılmasının hiçbir nedeni yoktur; değişik ayaklara (pes, tef'ile) bölünebilen dizeler niçin olmasın? Ölçünün açıklanması böyle bir dizeyi anlaşılır duruma nasıl getirir? Başka dizelerde geçen öğeleri ayırmakla, ve bunu yapmanın tek amacı başka yerde aynı etkiyi yaratmaktır. Ama belirli etkilerin tekrarlanması kalıpla ilgili bir soru.



Ölçünün açıklanması bize pek az şey söylüyor. Saltık bir ölçü tekniği bize çok şey kazandırmaz herhalde; Swinburne'ün ölçüsündeki bilgi dolu karmaşıklıklar, örneğin. Swinburne'ün trüklerini anlayıp 'bilgisini değerlendirdikten sonra etlisine pek kapılmıyoruz. İngiliz kulağına yabancı gelen ölçünün beklenmedik niteliğine alıştıktan ve bunu öğrendikten sonra insan Swinburne'ün şiirinde bulunmayan şeyleri aramaktan vazgeçiyor; yani, başka söyleyişlerle hiçbir zaman yaratılamayacak olan bir musikiye sahip, açıklanamaz dizeleri. Swinburne tekniğini kullanmakta iyice usta olmuştu ve bu da epeyi önemli bir şeydir, ama ustalığını ölçüyü zamanında istediği gibi kullanacak derecede ilerletmemişti, oysa hepsinden önemlisi budur. Swinburne'ün ölçülerinde İngiliz şiiri için umut verici bir şey varsa bile, bu, Swinburne'ün getirdiği noktanın çok daha ilerilerinde yatmaktadır. Ama dilimizde şimdiye kadar yazılan en ilginç şiir, ya çok basit bir koşuk şeklini alıp ondan habire uzaklaşarak, ya da hiçbir şekli almayıp bunu habire basit bir koşuk şeklîne yaklaştırarak yazılmıştır. Yerleşiklikle akış arasındaki bu karşıtlık, tekdüzelilikten bu göze görünmeyen kaçınma, şiirin canıdır.

. . . On yedinci yüzyılın başında, özellikle, kimi bakımlardan Shakespeare'den daha kurnaz bir teknik ustası olan John Webster'in şiirinde, insan düzenlilikten bu sürekli kaçınmayı ve düzenliliğe bu sürekli yaklaşmayı görebiliyor. Webster, Shakespeare'den çok daha serbest bir şairdir, ve kusurunun ihmalden doğmadığı, en yüksek gerilim anların da koşuğunun bu serbestliğe erişmesinden belli olur. Dikkatsiz olduğunu yoksamıyorum, ama dikkatsizlikten gelen düzensizlikle bilinçli düzensizliği ayırt etmek çok kolay.

. . . Dolayısıyla, şöyle bir formül yapabiliriz: en «serbest» koşuğun bile arkasında bir ölçünün hortlağı dolaşmalıdır; biz uyuklamaya başlayınca ortaya çıkmalı, biz uyanınca kaçmalıdır. Ya da başka bir söyleyişle, serbestlik, ancak arka planda yapay bir sınırlılık varsa gerçek serbestlik olabilir.

. . . Modern şairlerin uyaksız koşuk olanaklarını kullanmaktaki hizmetlerini küçümsemek istemiyorum. Bir Akım'ın gücünü, bir Kuram'ın yararlılığını tanıtlıyorlar. Ne Blake'in ne de Arnold'un tek başlarına yapamayacakları şey çağımızda yapılıyor, İngilizce'de kabul edilen tek uyaksız koşuk «Açık Hece»dir. İngiliz kulağı bu koşuğun musikisi karşısında daha duygun, ve bu ölçüde aynı seslerin tekrarlanmasına daha az bağımlıdır (ya da öyleydi). Uyak kullanmaya karşı savaş açılmış değil. Ama belki de uyağın üzerine fazlasıyla düşmek modern kulağı duygusuzlaştırmıştır. Uyağın yadsınması bir kolaylık sağlamaz; tersine, dilin kullanışını güçleştirir. Uyağın rahatlık veren yankısı ortadan kaldırılınca, kelime seçiminde, cümle kuruluşunda, düzendeki başarı ve başarısızlıklar daha kolay görünür. Uyak kalkınca şair düzyazı standardlarıyla karşı karşıya kalır. Uyak kalkınca, kelimeden, şimdiye kadar düzyazı alanında kimsenin haberi olmaksızın şakıyan göksel musiki yükselir. Ve uyak yasaklanınca, nice uydurma şairlerin küçüklüğü besbelli oluverdi.

Ve bu ayaktan kurtulma aynı zamanda uyağın kurtuluşu da olabilir. Kötü şiire destek olmak gibi güç bir işten kurtulunca, en çok gerekli olduğu yerde daha etkili olarak kullanılabilir. Uyaksız bir şiirde özel bir etki için uyalığı, bir etki birikimini, ansızın bir ruh hali değişimini belirtmek için.
Ama eski şekil uyaklı şiir elbette yerini yitirmeyecektir. Beyit şeklinin Dryden ve Pope'un sağladıkları keskinliğinden bir şey eksilmediğini anlamamız için, dehâların en enderi olan bir Taşlamacı'nın gelmesini bekliyoruz. Soneye gelince, ondan hiç emin değilim. Ama karışık şiir kalıplarının çürümesi serbest koşuğun ilerlemesiyle orantılı değildir. Bu çok daha önceden başlamıştı. Ancak birçok insanların aynı sorunlarla uğraştığı, türdeş bir toplumda, Yunan korosunu, Elizabeth çağı liriğini, Trubadur şarkısını yaratan toplumlarda bu şiir şekilleri gelişerek yetkin olurlar. Serbest koşuğa gelince, bunun kalıp ya da uyak yokluğuyla tanımlanamadığını, çünkü başka şiir çeşitlerinde de bunların bulunmadığını görüyoruz; ölçü yokluğuyla da tanımlanamıyor, çünkü en kötü koşukta bile ölçü vardır; o zaman şu sonuca varıyoruz: Tutucu Şiirle Serbest Şiir arasında bir ayrım yoktur, çünkü yalnız iyi şiir, kötü şiir, bir de kaos vardır.


Ozanın İşi


(...)
Şimdi de, ozanın kendi amacıyla bağlantılı olarak, ozanın işlevini ve şiirin görevini ele alalım. İster dinsel, ister felsefi, ister toplumsal olsun, bir ozanın bağlandığı öğretiyi yaymak istemesine çok sık rastlanır; bununla, okurlarını belirli bir tutumu benimsemeye ya da eyleme katılmaya zorlamak, bir töre öğreneği vermek, dahası, bilgi aktarmak ereğini güder. Hiç de yeni şeyler değildir bunlar, üstelik daha yeni olan, sanatın kendinden başka hiçbir amacı olmaması gerektiği görüşü, bunun tam tersidir. Yenidendoğuş (rönesans) eleştirmenleri için, şiirin insanı törel bir erdeme ulaştırması gerektiği düşüncesi çok olağandı. Kuşku yok ki, büyük ozanların bir çoğunun da kesin amaçları vardı. Gizlemeye çalışmamışlardır bunu; bu olmadan şiirleri anlamsız kalırdı. Göz önünde bulundurmamız gereken iki sakınca çıkıyor ortaya, sorun böyle olunca. İlki, şiiri değerli yapan yalnızca içeriğidir, görüşü; ya da ozanın dünya görüşündeki doğrunun -bununla genellikle kendi görüşümüzle olan tutarlılığını anlarız- önemli olduğu görüşü. Öteki de, ozanın düşüncelerinin, görüşlerinin hiç önem taşımadığı; ozanın asıl gereçlerini istediğince kullanabilmesi için bu düşünceleri, bir alaşım oluşturmak üzere, ister istemez şiirine kattığı, zamanla şiirin bunlardan kendini arıtacağı görüşü. Daha doğru bir kanıya varabilmemiz için, ilkin şunu göz önünde tutmamız yerinde olur: bir ozan bir felsefeyi başarıyla dile getirdiği zaman, bunun yaşamakta olan bir felsefe olduğunu, kendinin öne sürdüğü bir şey olmadığını anlarız; bilgi aktaran başarılı bir şiir yazdığı zaman, oradaki gerçeklerin kendisinin açığa çıkardığı şeyler olmadığını görürüz. Birincisine örnek olarak Lucretius ya da Dante'yi alalım: Her ikisi de gereçlerini, ozan olmayan filozoflardan almışlardı. İkincisine örnek olarak da Vergilius'un Çobanıl Türküler'ini alabiliriz: Vergilius, baştan başa yeni ve devrimci bir çiftçilik kuramını yaygınlaştırma ereğini güdüyordu, kendi zamanından önceki iyi çiftçilerin uyguladığı kuralları yaşatmaya, onları bir bütünlüğe ulaştırmaya çabalıyordu. Burdan yola çıkarak, bu şiirlerin, okurları düşünsel bir yüceliğe çıkarmaktan çok düşüncelere duygusal bir karşılık bulduğu sonucunu çıkarıyorum. Lucretius ile Dante'nin bize öğrettikleri, gerçekte, belirli bir inanca bağlanmanın insanda ne gibi duygular uyandırdığı'dır; Vergilius'un öğrettiğiyse, insanın kendini çiftçilik yaşamının ta ortasında duyumsaması. Düşüncenin çağrıştırdığı duyguyla okurun tadına vardığı yaşantıdan yararlanarak, kimi okurlara bu düşünceyi benimsetebilir şiir. Ama bana kalırsa, Dante'nin gerçek ereği, okurları Hıristiyanlığın dünya görüşünde daha yüce bir düşünce düzeyine ulaştırmaktan çok bu dünya görüşünü zaten benimsemiş ya da hiç değilse bu görüşü yadsımayacak okurlara bunu kişisel bir yaşantı olarak tatma olanağını sağlamaktı.

Ozanların, ilerde aynı görevi yüklenmemeleri için hiçbir neden göremiyorum. Ama başarılı olabilmeleri için, şiirde dile getirecekleri dünya görüşünün daha önce benimsenmiş bir görüş olması gerektiğine inanıyorum. Çok özgün ya da çok yeni düşünlerden yola çıkılarak şiir yazılabileceğini sanmıyorum. Ozanın bu düşünleri yaşamış olması, hem de başkalarıyla birlikte yaşamış olması gerekir. Ozanın işi, içinde yaşadığı, kendisinin de bir parçası olduğu kültürü dile getirmektir çünkü, daha doğmamış bir kültüre olan özlemini dile getirmek değil. (...)


Türkçesi : Murat Belge

Hiç yorum yok: